top of page

Gece Yarısı Çalan Kapı Zili - erotik hikaye

Zil tam üç kez çaldı.Aralarında milimetrik boşluklar olan, sabırsız ama ölçülü üç tını… Saat gece yarısını çoktan geçmişti; sokak lambası penceremin pervazına titrek bir sarı vuruyor, yağmur yeni dinmiş gibi taşların üstünde ıslak bir parıltı bırakıyordu. Uyku ile uyanıklık arasındaki o belirsiz sularda yüzüyordum; sanki ses, rüyamın içinden gerçekliğe sızmıştı.

Yatağın yanında duran telefona baktım: 00:47. Zihin dün akşamki yarım kalmış işleri yoklarken, zilin ciddiyeti bütün düşüncelerimi bir araya topladı. Üç kez daha çaldı; bu defa aralıkları daha kısa, iflah olmaz bir kararlılıkla.

Kalktım. Parkemin soğuğu ayak tabanlarımı ürpertti. Koridorun ışığını açmadan yürüdüm; evim geceyi seven bir evdi, loşluk ona yakışırdı. Kapıya yaklaşınca gözetleme deliğine gözümü dayadım. Merdiven boşluğuna sinmiş rutubet kokusu sanki buradan içeri sızmıştı. Gördüğüm, sadece sisli merdivenler ve paslanmış korkuluklar… Zil sustu.

“Kim o?” Sesim, hem düşük hem de beklediğimden daha sakin çıktı.

Yanıt hemen geldi. “Benim.”

Bu iki hece, bende bir yere çarptı. Kalbimde kapalı duran çekmecelerden biri açıldı; içinden eski bir fotoğrafın köşesi göründü. “Benim” diyen bu sesi tanıyordum. Yıllar önce bir yaz akşamında, deniz kenarında, gülüşü rüzgârın içine karışan birine aitti.

Adını söylemedi. Zaten söylemesine gerek yoktu. Yine de aklım inatla ihtiyatlı olmak istedi. Kapının kilidini hemen çevirmedim. “Bu saatte?”

Kısa bir sessizlik. Sonra: “Sana bir şey getirdim.”

Bir anahtar sesi duydum, sanki kendi kapımın dışındaki kilide başka bir kilit takılıyormuş gibi, akla aykırı bir tını… Avuçlarımın içinde hafif bir ter birikti. Zinciri açmadım. Sadece üst kilidi çevirdim, kapıyı bir parmak araladım. Koridordan içeri ıslak asfalt kokusu süzüldü. Gözlerim merdiven boşluğunun gölgelerine alışırken onu gördüm.

Üstünde sırılsıklam bir pardösü, saçları alın çizgisine yapışmış. Elinde, kenarları aşınmış kahverengi bir kutu. Göz göze geldiğimizde zaman eğildi; o kadar tanıdık, o kadar uzak… Bazen bir şehrin tüm kalabalığı, bir çift gözün kenarına sığar.

“İzin ver.” Sesi alçaldı, neredeyse fısıltı. “İçeri girmeyeyim, söz. Sadece bunu bırakıp gideceğim.”

Kapıyı tamamen açmadım ama aralıktan çekilerek geri adım attım. O da eşiğin önünde, sanki görünmez bir çizgiye basmamak için dikkat edercesine durdu. Pardösünün yakasından su damlıyordu; zemine birikmiş minik bir göl oldu. Kutuya baktım. Üzerinde adım yazılıydı. Tanıdık bir el yazısıyla, harfler sağa doğru eğik.

“Ne bu?” diye sordum.

“Geri vermem gereken şeyler.” Başını eğdi. “Geç kaldım, biliyorum.”

Geç kalmak… Bizim en büyük ortak paydamız. O zamanlar da hep geç kalırdı: buluşmalara, sözlere, hislerine. Ve ben tek bir bakışıyla onu affetmeye hep hazırdım. Sonra bir gün o bakış, kapı gibi üzerime kapandı.

Kutuyu uzatırken parmaklarımız değmedi. Bu küçük nezaket, bu dikkatli geri çekiliş içimde bir şeyi uyandırdı: Kırılgan bir saygı, belki de geç öğrenilmiş bir mesafe. Kutuyu aldım. Ağır değildi ama içinde uğultulu yıllar taşıyormuşum gibi geldi.

“İyi misin?” dedi. Sanki buna hakkı varmış gibi.

“Fena değil.” Derin bir nefes… “Sen?”

“Bugün daha iyiyim.” Bu cevabın içindeki boşlukla tanışık olduğumu anladım. İnsan bazen sadece bugünü kurtarır.

“Bunu kapının önüne bırakıp gidebilirdin,” dedim. Sitem değildi, daha çok merak.

“Zilin sesini duymanı istedim.” Gülümsedi. “Gece yarısı çalan bir zil… Bazı hatıraları uyandırır.”

“Çoğunu uyandırdı bile.” İçimde, yaz akşamlarını hatırlatan bir sıcaklıkla beraber, kışın ortasında kalmış bir soğuk da vardı. İki mevsim aynı anda yaşanır mı? Kapının eşiğinde evet.

“Girmeyeceğim,” dedi yine. “Söz vermiştim ya kendime: Artık zorlamayacağım.”

Bunu duyunca zinciri çözdüm. Kapıyı tamamen açtım. “Bir çay içersin. Yağmur yeni dinmiş. Üşümüşsündür.”

Bakışları bir an yüzümde dolaştı; sonra başını sallayarak içeri adım attı. Eşiği geçerken, sesiz bir anlaşmanın üzerine basmış gibi hissettim. Koridoru loş bıraktım, mutfağa yürüdük. Kettle’a su koyarken o, salonun eşiğinde durdu. Gözleri duvarlardaki fotoğraflara takıldı; bazılarında ben vardım, bazılarında manzaralar; hiçbirinde o yoktu. Bu, zamanın yaptığı en nazik düzenlemeydi: Yeri olanlar kalır, olmayanlar sadece rüzgâr olur.

“Değişmişsin,” dedi.“Sen de.”

Gülümsedi. Oturdu. Pardösüsünü çıkarmadı, sanki her an gidecekmiş gibi. Çay demlenirken kutuyu masanın üzerine bıraktım. Kapak biraz aralıktı. İçinde ne olduğunu tahmin etmeye çalıştım: Küçük not defterim? Bir zamanlar ona ödünç verdiğim kitap mı? Ya da o şarkının CD’si, kapakları kırık?

“Bakacak mısın?” diye sordu.“Sen anlat.”“Anlatılacak öyle çok şey var ki.” Yutkundu. “Ama önce… bunu söyleyeyim: O gün, gitmemek gerekiyordu. Gittim. Yanlıştı.”

Kettle’ın tıslaması aramıza ince bir perde çekti. İki bardağa çayı doldurdum; buhar, yüzümüze hafifçe değdi. Masaya oturduk. Kutunun kapağını kaldırdım. En üstte, gri bir atkı. Uçlarında uzun püsküller, örerken sabrımı sınayan ince bir ip. Ona örmüştüm; yüzünde dalga dalga yayılan bir gülümsemeyle “kış artık daha kısa geçecek” demişti. Atkıyı elime aldım, parmaklarımın arasında ipliğin tanıdık sürtünüşünü hissettim. Altında, not kâğıtları. Törenle verilen bir şey gibi değil; daha çok, yavaş yavaş bırakılmış, vedaya hazırlanan parçalar gibi.

“Bunları saklamamın bir anlamı kalmadı,” dedi. “Bana, olduğum kişiyi değil; olamadığım kişiyi hatırlatıyorlar.”

Ben cevap vermedim. Sessizlik uzadıkça sessizlik sahibi oldu; ikimize de ait değildi, ikimizin arasında duran üçüncü biri gibiydi. Notlardan birini açtım. El yazımla yazılmış bir cümle: “Yağmur yağsa da yürüyelim — şemsiye taşımayı sevmiyorum.” Gülümsedim. “İnatçıymışım.”

“Hâlâ öylesin,” dedi. “Ama artık kırmadan inat ediyorsun.”

Bu cümle, içimde küçük bir çatı penceresi açtı; oradan içeri ılık bir rüzgâr girdi. Bazen bir söz, yılların inşaat kalıntısını tek hamlede temizler. erotik hikaye

“Niye geldin?” diye sordum.“Zil çaldı içimde,” dedi. “Sustum, geçer sandım. Geçmedi.”

“İçindeki zilin sesi bana mı benziyordu?”“Senin sesin gibi değildi,” diye düşündü. “Senin sessizliğin gibiydi.”

İçtim çayımı. Dudaklarımda tanıdık bir sıcaklık. İçimde hâlâ isminden kaçınan bir taraf vardı; ismini söylemek, bu geceyi gerçek kılmaktı ve ben bir süre daha eşiğin üzerinde durmak istiyordum. Kurşun gibi ağır ama garip şekilde teselli eden bir eşik…

Kutunun dibinde küçük, siyah bir kutucuk daha vardı. Kapattığı sır “bunu da al” der gibiydi. Açtım: İnce bir anahtar. Yabancı değildi. Eski evimin kapısına aitti. “Bunu bende nasıl kaldı?” dedim.

“Unutmuştuk,” dedi. “Her şeyi konuşurken küçük anahtarları unuturuz.”

“Bazen büyük kapıları da,” diye ekledim.Başını eğdi. “Evet.”

Saat gece yarısını geçti; sokaktan geçen tek tük arabaların farları, perdeden sızan ışıkları duvarlara dantel gibi işliyordu. O an, “git” desem giderdi, “kal” desem kalmazdı. Bunu anlamak, içimdeki dengeleri yerine oturttu. İnsanın elinde olmayan şey, en çok elini yorar.

“Yarın nereye gideceksin?” diye sordum.“Bilmem.” Omuzlarını silkti. “Belki denize. Belki tren istasyonuna. Belki hiçbir yere.”

“Gidecek kadar kalamayacak mısın?”Gülümsedi. “Kalacak kadar gidemeyeceğim.”

Gözlerim dolmadı ama dolabilirdi. Onu tanımak, gözyaşlarıyla tasarruf etmeyi öğrenmekti biraz. Yanaklardan akınca bazı sözler boşa gidiyor; ben sözlerimi saklamayı öğrendim.

“Bir şey soracağım,” dedi. “O zaman… ben gittiğimde, sen ne yaptın?”

“Zil sustu,” dedim. “Önce evin zili. Sonra içimin zili. Uzun süre kapıya yaklaşmadım. Çalan her şeye mesafeli oldum. Sonra bir gün, bir posta görevlisi paket getirdi. Kapıyı açtım. O gün anladım ki korktuğum, kapı değil; boşta kalmış tokmak sesi.”

“Şimdi?”“Şimdi kapılarım var. Anahtarlarım da.” Parmağımla küçük anahtarı çevirdim. “Ve dışarıda yağmur dursa da dursa, içimde bir hava durumu var; ona göre giyiniyorum.”

O, uzun uzun baktı. Sanki yüzümde bir harita arıyor, kaybettiği yönleri bulmaya çalışıyordu. Ben harita değildim; artık yerim belliydi. Kendi evimde, kendi koltuğumda, kendi fincanımla… İnsan bazen bu kadarıyla da büyür.

“İzin verirsen,” dedi, “sana bir şey söylemek istiyorum.”

Başımı salladım.

“Beni affetme.”Beklemediğim bir cümleydi.

“Affetme ki,” dedi, “bende o günün ağırlığı kalsın. Affedilmeyi dileyecek biri olmayı sürdüreyim. Af bazen af dileyeni eksiltir.”

“Affetmek unutmak değildir,” dedim. “Unutmak istemiyorum. Ama sırtımda taşımak da istemiyorum. Belki… bırakıyorum. Bırakmak affetmek değildir; ama içinde azıcık affın kıvılcımı vardır.”

Gözleri parladı. “Bırakabildiğine sevindim.”

Kutudaki son şeyi fark ettim: İncecik bir bileklik. Üzerinde minik bir düğüm, o düğümün tam ortasında gümüş bir halka. Bir yaz akşamı, dalga sesleri eşliğinde elime bağlamıştı. “Dilek tut,” demiştim. “Düğüm kendiliğinden çözülünce gerçekleşir.” Düğüm çözülmemişti. Belki dilek de gerçekleşmemişti; ya da yanlış yerde gerçekleşmişti. Bilekliği elimde çevirdim. Gümüş halka, mutfağın sarı ışığında kısacık parladı.

“Al,” dedi. “Sende kalsın. Çünkü bu hikâyenin anlatıcısı sensin.”

Hikâyenin anlatıcısı… O an, içimde bir cümle tamamlandı: Evet, anlatıcı bendim. Bunu seçmiştim. Birinin geri dönmesi hikâyeyi geri almaz; ama bazen son paragrafa yeni bir cümle ekler. O cümle, kitabın tonunu değiştirebilir.

“Peki,” dedim. “Sende ne kalsın?”“Ben de… zili kalsın. Çaldığında susmayı öğrendiğim bir zil.”“Ziller susmaz,” dedim. “Ama bazen kulağımız değişir.”

Yağmur tekrar başladı. İnce, inatçı bir yağmur. Sokak lambası yarılmış bir yumurta gibi ışık dökmeye devam ediyordu. Çaylarımız bitmişti. O, pardösüsünün düğmelerini ilikledi. Kalktı. Kapıya yürüdük. Eşiğin önünde durdu.

“Söz verdiğim gibi,” dedi, “kalmıyorum.”

“Teşekkür ederim geldiğin için.”“Teşekkür ederim açtığın için.”

Ayakkabılarının sesi merdivenlerde yankılanırken kapıyı kapatmadım. Ses azaldı, kayboldu. Bir süre sonra yalnızca yağmurun aralıklı fısıltısı kaldı. Kapıyı örtmeden önce, eşikte durup içime kulak verdim. Bir zil çalmıyordu; bu, iyiye işaretti. Elimdeki küçük anahtarı ceketimin cebine koydum. Kutu masada, bileklik avucumda, atkı koltuğun arkalığında… Ev, içime benziyordu.

Işığı kapattım, salonun loşluğu beni içine aldı. Pencereye yürüyüp perdeyi araladım. Sokak boştu, merdiven boşluğu sessiz. Geri döndüm; masadaki notlardan birini çantama koydum, diğerlerini kutuda bıraktım. Hepsiyle aynı anda vedalaşmak istemiyordum; vedalar, küçük porsiyonlar halinde daha az acıtıyordu.

Yatağa uzandığımda 01:29’du. Gözlerimi tavana dikip nefes alışverişimi dinledim. Karın boşluğumda içten içe ısınan bir huzur vardı; sıcak bir taş gibi. Uykuya dalmadan önce, zihnim bir cümle kurdu, kendi kendine: “Bazı kapılar geceleri çalar; açarsın, kimse içeri girmeden içeri girer.”

Sabah, perdelerden sızan ışıkla uyandım. Mutfağa girdiğimde dün gecenin izleri hâlâ yerli yerindeydi. Bilekliği bileğime doladım; düğümü dışarıda bıraktım, gümüş halka içeri baksın istedim. Aynadaki halime baktım: Daha sakin, daha süzülmüş. Çay koydum. Fincanın buharında kendi yüzüm biraz buğulandı; insan bazen kendine de hasret kalıyor, bunu anladım.

Kapıya doğru yürüdüm, göz deliğinden merdivenlere baktım. Kimse yoktu. Yine de kulak verdim; zil çalmıyordu. İçeri döndüm. Masadaki küçük anahtarı aldım, çalışma odasına geçtim. Eskiden tutamadığım sözleri bir çekmeceye koyduğum gibi, anahtarı da oraya bıraktım. Üzerine, dün geceden kalan bir cümleyi yazıp yapıştırdım: “Bazen uzun susuşlar, kısa vedalar ister.”

O gün dışarı çıktım. Hava serindi. Sokak lambaları sanki hâlâ göz kırpıyordu ama gündüz buna gerek yoktu. Kaldırımda yürürken yağmurun kokusu toprağa sinmişti; ıslak taşların üstündeki parıltılar yerini mat bir griliğe bırakıyordu. Köşedeki fırından taze ekmek aldım. Fırıncı, “Dün gece sildi yağmur her şeyi,” dedi gülerek. “Sokaklar ilk kez yeni gibi.”

“Bazı geceler böyledir,” dedim. “Gündüzü de yeniler.”

Eve döndüm. Kapıyı açarken içimde küçük bir sükûnet vardı: Ziller artık beni korkutmuyordu. Çantamdan dün geceden ayırdığım notu çıkarıp masaya koydum. Üzerine yeni bir not ekledim; kısa, net, benim dilimde: “Bir gün biri yine gece yarısı gelir. Belki o, belki başka biri. Fark etmez. Ben kapımı nasıl açacağımı artık biliyorum.”

Çayı yeniden demledim. Pencereden baktığımda, karşı apartmanın balkonunda yeni bir saksı gördüm; pembe çiçekli, adını bilmediğim bir tür. Gülümsedim. Çiçeklerin adını bilmem gerekmedi; varlığını bilmem yetiyordu. Gümüş halkanın bileğimdeki serinliği, günün sıcaklığında bile hissediliyordu.

Öğlene doğru telefonum titredi. Bildirim: “Bir sesli mesajınız var.” Numara kaydedilmemişti ama tahmin etmek zor değildi. Dinledim. Yağmur sesinin gerisinde kalan bir fısıltı: “Teşekkür ederim. Zilin sesini duymama izin verdiğin için. İyi ol.”

Mesajı arşive taşıdım. Silmedim. Bazı sesler silinmez; sadece daha az çalar. Pencereden esen rüzgâr perdeyi dalgalandırırken içimdeki eşik yerini buldu. Bu eşikten içeri artık ben giriyordum.

Akşamüstü olunca kutuyu kapattım. Üzerine küçük bir kart yapıştırdım: “Teslim alındı.” Kargoya verilmiş bir geçmiş gibi… Sonra çalışma masama oturup yeni bir sayfa açtım. Başlığa üç kelime yazdım — bu kez kendi hikâyemin başlığıydı: “Zil Susmasa da.” Altına ilk cümleyi koydum: “Gece yarısı çalan kapı zili bazen içerden duyulur.”

Yazarken fark ettim: Kelimelerim ağır değil; yürüyüşe çıkan iki arkadaş gibi, birbirlerine ayak uyduruyorlar. Bu, iyiye işaret. Dünyanın bütün kapıları aynı anda çalsa bile, ben önce içimdeki kapıyı aralıyorum.

Gece tekrar yaklaşırken, bileğimdeki halka ay ışığında belli belirsiz parladı. Lambayı kapatıp sokağın sessizliğine kulak verdim. Zil çalmadı. Çalmayışın sesi içimi doldurdu. Gözlerimi kapadım. Uyku geldi; bu defa kapıyı çalmadan, usulca.

Ve ben, gecenin en uslu yerinde, bir kapının önünde beklemiyordum artık. Kapıyı geçen bendim — içime.

Yorumlar


GeceStory.com

Hakkımızda
Gecestory.com edebi eserler yayınlayan kanunlara uygun bir hikaye sitesidir. Gecesepetim.com bünyesinde hizmet vermektedir. Hikaye Dili Türkçedir. Blog yapısıyla ziyaretçilerin kolayca iyi vakit geçirmesini amaçlamaktadır. Kesinlikle müstehcen, pornografik ve suç teşkil eden yazılara yer verilmemektedir. GeceStory.com iletişime açıktır ve iletişim bilgileri aşağıdaki gibidir.

İletişim
Whatsapp:  05358635087
Mail: bilgi@gecesepetim.com
Adres : Menderes Mahallesi Cevat Kutlu Caddesi No11 Mezitli Mersin

Yasal Uyarı ve Bilgilendirme

Bu sayfada yer alan içerikler kurgusal olarak hazırlanmış veya anonim kullanıcı paylaşımlarından oluşmaktadır ve yalnızca 18 yaş ve üzeri yetişkin kullanıcılar için uygundur. Sitemize girişte +18 yaş doğrulaması uygulanmaktadır.

Hikayeler edebi/kurgu niteliği taşır ve Türk Ceza Kanunu’nun 226. maddesi kapsamında “bilimsel, sanatsal veya edebi değeri olan eser” istisnasına uygun şekilde hazırlanmıştır.

Sitemiz 5651 Sayılı Kanun ve ilgili mevzuata uygundur. Çocuk istismarı, rıza dışı eylem, zoofili, nekrofili, şiddet ve yasa dışı içerikler kesinlikle yasaktır. Bu tür paylaşımlar tespit edilirse derhal kaldırılır.

İçerikler hiçbir şekilde fuhuşa teşvik veya yasa dışı eylemleri özendirme amacı taşımaz. Toplum ahlakına aykırı, pornografik ve müstehcen nitelikteki içeriklere izin verilmez.

Herhangi bir içerikle ilgili şikâyet, ihbar veya yasal talepler için bize 05358635087 nolu Whatsapp Hattımızdan veya destek@gecesepetim.com veya www.gecesepetim.com adresindeki iletişim kanallarımızdan ulaşabilirsiniz. 

bottom of page